SAİME ZORBEK: Elde var hasret

Kim bilir, kim tanır, kim anlar? Kim dinler onları? Bilinmez. Geldikleri vatanlarında farklı görülürler, göçtükleri topraklarda farklı. Hikayelerini bilenler farklı, bilmeyenler düşünür. Hangi yürekleri parçaladı uzun geceler, ince uzun yollar? Muamma. Oysa hepsi sıradan basit bir hikâye gibi durur. Hepsinde eve kapanmış küçük bir çocuk ağlayarak annesinin fabrikadan, temizlikten dönüşünü bekler. Herkes uykulu halleri ile çocuklarının sancısını taşır metrolarda. Birer çift gözleri asılıdır evindeki tavanda. O gözler umut bekçisi gibi onların uykularını ve unutkanlıklarını bekler. Hep arkalarına baksınlar isterler. Alın teri ve düşler arsında geçer ömür. Bütün kapılar, el kapıları. Sonra? Sonra şu söz dudaklardan hüzünlü bir şarkı nakaratı gibi dökülür: Elde var hasret! Peki neye hasret? Memlekete mi? Babaya mı? Komşuya mı? Okul arkadaşına mı? Çocuğuna mı? Kapının eşiğine, pencerenin pervazına mı? Saime Zorbek’e sorduğumuzda cevap diğerleri gibi aynıydı: Hepsine!

Saime Zorbek, Almanya’ya geldiğinde çiçeği burnunda bir hemşiredir. Çocukluğunu mutlu yaşadığını söylerken hala gözleri gülüyor. Sonra birden gözlerindeki ışık sönüyor. Çünkü çocukluğu kısa sürmüş. Ailesi onu 16 yaşında evlendirmiş. Sokakta çanak çömlek oynarken kendisinden 13 yaş büyük genç bir adamla dünya evine sokulmuş. Kısaca ailesi ona “Oyun bitti çocuğum!” demiş. Dahası çocuk Saime kocasının ikinci eşidir. Onun dramatik hikayesi de aslında “oyun bittikten sonra” o zaman başlar.

Saime Hanım’la tek başına yaşadığı Berlin’deki evinde konuştuk. Gözleri dolu dolu anlattı, biz aklımız karma karışık dinledik. O sıradan dediğimiz hikayelerde kendi yaşadığımız dramlardan ne çok iz vardı. Sararmış albümlere bakarak konuşmaya başladık.

Eskişehir’de mi doğdunuz?

Evet. Sene 1948.

Erken yaştan bir evlilik yaşadınız…

On altı yaşımdaydım. Evlendiğimde yemek yapmayı dahi bilmiyordum. Masaya yemek yerine bakkaldan bisküvi alıp koyduğumu hatırlıyorum. Evlilik o yaşta bana şaka gibi geliyordu. Ama o şaka günden güne eziyete dönüştü. Eşim çocuk yaşta olduğuma bakmaksızın beni çok üzdü. Dayanamadım ve boşanmaya karar verdim. Boşandığımda ilk çocuğuma 7 aylık hamileydim. Baba evine ana ocağına sığındım tekrar.  Ancak dert bitmedi. Geçim sıkıntısı babamın da hastalığı ile birleşince yaşam ayaklarıma prangayı vurmuştu. Bir yandan da hemşirelik mesleğine başlayarak aileme yardım etmeye çalıştım.

Almanya macerası da o zamana mı denk geliyor?

Evet. O zaman çoğu gurbetçi gibi ben de Almanya’ya tamamen geçim sıkıntısından kurtulmak için gelmek istedim. Aileme ve çocuğuma bakabilmek için şans olarak gördüm. Türkiye’de çoğu insan işi dahi olsa Almanya rüyası görüyordu. İş Bulma Kurumu’nda bir tanıdığımı götürmüştüm. Orada elinde kalem form dolduran iki genç bayanla tanıştım. Almanya’ya işçi olarak gitmek için çabaladıklarını anlattılar. Benim de aklıma yattı. Bu konuyu eve dönünce gizlice anneme anlattım. Bana „Babam duyarsa seni öldürür“ dedi.

Nasıl duydu?

Evet, babam duydu duymasına da öldürmeye kalkmadı. Tam tersine „İyi akıl etmişsin kızım, git kendini de bizi de kurtar!” dedi. Evden fırladım doğru İş Bulma Kurumu’nun kapısına dayandım. Birkaç yıl para kazanacak ve evin durumunu düzelteceğim diyordum. Bu sürede hasrete dayanırsam gerisi kolay olacaktı. İş Bulma Kurumu’nda her Türk işçi adayı gibi Alman doktorlar tarafından sağlık muayenesine tabi tutuldum. Çok iyi hatırlıyorum, boynumuza numaralı tabelaları asıp sıraya dizdiler. Kendimi çok aşağılanmış hissettim. Bir hayvan gibi muamele edilmesi onurumu kırdı. Biz o an 26 kişiydik. Üç kişiyi bir kenara ayırdılar aralarında ben de vardım. Eyvah dedim, beni bile çürüğe çıkardı bunlar. Meğer o kadar insandan bizi seçip almışlardı. En sağlam biz çıkmıştık.

Almanya’ya geldiniz sonra…

Evet. Bizi uçaklara doldurup Almanya’ya getirdiler. Önce bir şehre indik ama adını hala bilmem neresiydi… Sonra kalacağım yere, Berlin’e getirdiler. Berlin olduğunu bile daha sonra anladım. Bir HEİM’a (Yurt) yerleştirdiler. Bir odada dört kadındık. Ranzalarda yatıyorduk. Gece saat 10 olunca ışıkları kapatmamız için bağırmaya başlıyorlardı. Bir keresinde lamba açık kalmış ben de uyumuşum yorgunluktan. Saat 12 civarı odamızı bastı „Hauswart“ (kapıcı, bekçi, bina sorumlusu görevli). Çok korktum ve tepki gösterdim odamıza nasıl izinsiz girersiniz diye ama anlatamadım. Adam galiba „Warum? Warum? (Neden)“ ya da o şekilde bağırıyor, ben bir yandan „Allah vagonunuzu batırsın, ne vagonu“ diyorum, anlamıyorum ne dediğini… Haftada iki kez duş iznimiz vardı. Bize yardımcı olsun diye bir de „dolmeçer“ (tercüman) gelirdi. Ben o tercümana güvenip bir iş yaptırmazdım. İlk ay çok zor geçti. Geceleri ağlıyordım, oğlumu rüyamda görüp uyanınca kalkıp dolapların içinde, ranzanın altına bakıp onu arıyordum.

Ailenize yollayacak kadar para kazandınız mı?

Nerede? İlk maaşımı alınca şok oldum. Uçak parasını ve kaldığım odanın kirası olan 75 markı kesmişlerdi. Bana 26 Mark verdiler. Bu parayla nasıl geçinecektim? İnanın içtiğimiz çayın poşetlerini kurutup tekrar çaydanlığa sallayıp suyunun suyunu içiyordum. İlk bir haftamda mesela daha yanımda getirdiğim bisküvileri yiyerek idare ettim.

Almanya rüyası ne kadar sürdü?

Kesinlikle kısa sürdü. Geldiğime bin pişman olmuştum. En çok da ayrımcılık görke acı veriyordu. İş yerlerinde çoğu zaman ayrımcılık gördüm.  Başhemşire dışında diğer kadınların çoğu bana bazen arkamdan „Kamel = Deve” diye hitap ediyordu. Hastanede tüm ağır ve pis işlere beni koşturdular. Hasız yere bana iş yüklediler “O yapar bunu boş ver diye” alaya aldılar. Konuştukları kelimeleri yeni yeni anlıyordum ama ben konuşamıyordum.“

Oğlunuzu da getirdiniz daha sonra…

Evet. Oğlumun hasretine dayanamadım. Yanına aldım. Ancak tek başıma hem çocuğa bakmak hem de günde birkaç işe gitmek zordu. (Saime Hanım ağlayarak anlattı) İşe gidince oğlumu eve kilitlerdim. Komşulara da tembih ederdim. Bir gün ev temizliği yaparken masanın altına çizilmiş bir sürü karmaşık resim, işaret ve çizgiler gördüm. Meğer zavallı oğlum sıkıntıdan mı korkudan mı bilemem, masanın altına girip resimler yapıyormuş. Ben kızmayayım diye hiç söylememiş. Hafta sonları ve izinli olduğum zamanlar onu gezmeye götürürdüm. Onu gezdirirken ben de Berlin’i az çok tanıdım.

Ailenizi kurtardınız mı?

Babam demişti ya, “bizi de kurtar” diye, o söz hiçbir gün aklımdan çıkmadı. Üç sene kaldırım dedim, bu beş sene oldu. Beş dedim bu on oldu, on beş oldu. Aha şimdi aradan kırk beş yıl geçti. Sevgiye muhtaç yalnız yaşayan garip bir emekli kadına dönüştüm. Acaba torunlarım gelir de biraz gönlüm açılır mı diye pencerede bekleyip duruyorum. Her şey bu küçücük umut içinmiş. Gerisi boş çıktı. Bir de Allah’ıma şükür, ele âleme muhtaç değilim, maaşımla yaşıyorum. Hepsi bu evladım. Kimi kurtardım bilemedim.

Röportajını paylaştığı için sayın Mesut Hastürk‘e teşekkür ederiz.
Vitrin.de

 

1 Comment

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*