Röportaj:
Mizahın malzemesi olacak her mevki yasaklı
Toplumda etkinlik yaratan ve insanları üzen, baskı kuran kurumlar, ya da insanlarla ilgili şaka yapılır. Mizahın gerçek hedefi odur. Gerçekten şaka, şakadan korkan insanlara karşı yapılır! Biz de onu yaparız! Ama bu bahsettiğim hakim çevreler hemen ve fena gıdıklanabilirler, hatta çok gıdıklanınca sana bir tane çakabilirler! Seni işinden gücünden, hayatından da edebilirler. Gerçek mizahçı cesareti, bu tip insanları ve kurumları gıdıklamaktır.
Televizyonda birbirlerine çok ağır hakaretler eden iki cadaloz meşhur kadın var diyelim. Birbirlerine sürekli hakaret ediyorlar. Sürekli birbirlerini fahişelikle suçluyorlar ve birbirlerinin analarına babalarına küfür ediyorlar. Bir yandan da birbirlerini sürekli mahkemeye veriyorlar. İşte bu bir yandan bizim memleketli, bir yandan da Amerikalı gibi davranma salaklığıdır. Anlatabiliyor muyum?
Röportaj: Arzu CEYLAN
Vitrin: Eveeet karşımda Okan Bayülgen… Hem de nice zamanlardan sonra. Ve hem de televizyonsuz tarafından huzurlarınızdaaaa Okaaannn Bayülgeeenn!
Okan Bayülgen: Anonsunda haklısın (gülerek). Bir yıl oldu televizyonda yer almayalı. Ama sohbete başlarken hemen şunu söylemek istiyorum: Seninle tekrar Berlin’de yeni yerler, yeni mekanlar keşfederken bu röportajı yapmak çok güzel. Bunca yıldır tanışıyoruz. Onun için bu röportaj benim için mutlu ve keyifli geçecek.
Vitrin: Çok naziksin, teşekkür ederim. Ayrıca medyadan hemen hiç kimseyle görüşmediğin halde, benimle hemen röportaj yapmayı kabul etmen asıl bizim için çok hoş.
Okan Bayülgen: Televizyonda yer almadığım bu zaman zarfında sadece 1-2 röportaj yaptım ama, ana akım medyadan kimseyle konuşmadım. Çünkü, röportajların neye dönüşebileceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyorum. Gittikçe genişleyen dijital medyada bu az sayıda röportajdan birini seninle gerçekleştirmekten mutluluk duyuyorum.
Vitrin: Mutluluğumuz karşılıklı… Hemen hemen her gün televizyondaydın yıllarca. Artık hiç yoksun. TV’de “olmak ya da olmamak…” Neler söylersin?
Okan Bayülgen: Şekspiryen bir felsefeyle anlarsam, bu “olmak ya da olmamak” sorusuna şu yanıtı veririm: TV’de olmamak, benim için olmamak anlamına gelmiyor. Şöhretli insanlar çalışmadıkları zaman, bu onlar için olmamak anlamına gelir. Meşhur bir şarkıcı artık sahnede değilse, bu onun için ölümle eşdeğer bir olaydır. Birçok televizyoncu program yapmadığı zaman, kendisini ölmüş gibi hisseder. Çünkü sokakta onları işaret edenler, isimlerini bağıranlar azalacaktır! Gazetelerde kendilerini görmeyeceklerdir.
TV PROGRAMLARINA KATILMAKTAN HİÇ HAZZETMEDİM
Vitrin: Ya senin için?
Okan Bayülgen: Benim için böyle değil durum, çünkü hep televizyonda yaptığım işlere alternatif işler de yaptım. Fotoğrafçı olarak da, oyuncu olarak da, tiyatro yönetmeni olarak da var olmaya çalıştım. Reklamlar çektim, klipler çektim ve bunların çoğunda da başarılı oldum. Hele hele dedikodular arasında olmayı da sevmiyorsan bir sene televizyonda olmamak benim için bir yoksunluk ifade etmiyor. Eskiden şöhretli insanlar elle tutabildikleri gazetelere bakarlardı, bugün o dijital medyanın karşısında, o elle tutabildiğimiz gazetelerin artık hiçbir öneminin kalmadığı çok belli. Televizyon programlarına katılmaktan da hiç hazzetmedim zaten; ne birilerinin programına çıkmaktan, ne de dedikoducuların benden söz etmesinden hoşlandım. Dolayısıyla benim için olmamak anlamına gelmiyor, tekrar başka bir şekilde var olmanın yolu açılmış gibi geliyor. Yıllarca beni televizyondan izleyen genç insanlara “hayat sokaklarda” diye seslenip durdum ama ben televizyondaydım. Onlarla beraber sokakta var olacağım bir şey pek yapmıyordum.
Vitrin: “Hayat sokaklarda” sözünü biraz açarsak…
Okan Bayülgen: Ne demek “hayat sokaklarda”? Yani, çık sinemaya, tiyatroya git, sosyal toplanma alanlarında bulun, içki iç, yemek ye, oralarda başka insanlarla tanış. Derneklere git, siyasi toplantı alanlarına git ve insanlarla tanış. Kafanı değiştir, geliştir gibi şeyler söyledim hep. Ama onlarla beraber sokakta var olacağım şeyler pek yapmıyordum. Televizyonda olmamak şimdi daha güzel değil mi?
Vitrin: Televizyonda olmayan Bayülgen neler yapıyor şimdi?
Okan Bayülgen: Bodrum’da sanat galerisi gibi görünen bir bar açtım. İçinde konser de verilebilen, yemek de yenilebilen ikinci bir yer daha geliyor, yine Bodrum’da. İstanbul’da bir sanat galerisi açıyorum. 300 kişilik bir kabare açıyorum; içinde içkisi ve kütüphanesi dahi olan, oyun, performans ya da konser izlenebilen bir tiyatro alanı. Hemen bu kabarenin altında bir “After Bar” açıyorum. Şimdi bu beş mekana çıkan yerlerin her anlamdaki hazırlıkları zaten beni tamamen işgal ediyor.
Vitrin: Bu koşuşturmada iyi vakit bulabildin de Berlin’e gelebildin.
Okan Bayülgen: Evet, işte bir yandan hayat çok güzel. Çünkü Selin Atasoy, ben bütün bu işlerin içinde bunalmışken bir sürpriz yaptı bana. Berlin’de yapılan Yunan Film Festivali kapsamında beni 3 günlüğüne Berlin’e getirdi. Festival eski Doğu Berlin’in alternatif bir mekanında yapıldı. Ortada bir kırmızı halı… Ama kırmızı halı dışındaki her şeyin, kırmızı halıya aykırı bir şekilde çok genç, sıradan, alternatif olduğunu gördüm. Hayat bize bu fırsatları sunuyor, işte İstanbul’dan kalk 2,5 saatte bambaşka bir sanat etkinlik mekanına gel. Güzel yemekler ve içkiler tat, burada bıraktığın güzel insanlarla buluş, sonra da tekrar geri dön. Harikulade bir şey oldu.
Vitrin: Berlin’e sık geliyorsun. Nesi cazip geliyor?
Okan Bayülgen: Benim için Berlin tabii ki insanlar demek. Yani buradaki arkadaşlarım öncelikle. Bir de tabii ki buradaki insanlar, hem Türk hem de Türk olmayanlar. Bir diğeri ben Fransızca konuşuyorum, biraz da İngilizce, hiç Almanca konuşmuyorum. Fakat Berlin dünyadaki en fütüristik yer bence. Çünkü Berlin’de kimse Almaca konuşmuyor. Hangi dille konuşmak istersen seninle o dille konuşan insanlar var. Yani çoğunlukla burada ben Çinlilerin, Japonların, İranlıların ya da İspanyolların İngilizcesini anlamaya çalışıyorum. Dolayısıyla Berlin bu açıdan fütüristik bir yer. Gelecekteki dünyayı bize gösteriyor. Bu kadar enternasyonal bir halk, Berlin halkı! Herhalde dünyanın hiçbir tarafındaki topluluklara benzemiyor. Berlin sanattan ya da haberlerden takip ettiğim kadarıyla müthiş bir toplanma yeri. Ama bu sadece şimdi değil, eskiden de böyleymiş. Nasıl Amerikalı cazcılar için Paris bir dönüm noktasıysa Berlin de 80’lerden sonra bütün dünya sanatçıları için bir dönüşüm yeriydi.
Vitrin: Avrupa’da yaşamayı düşünür müsün?
Okan Bayülgen: Avrupa’da yaşamayı hiç düşünmüyorum. Ülkemizde, çevremdeki insanlar arasında moda olan bir konu bu. Herkes bir Golden Visa, bir vatandaşlık, bir ev alıp çoluğunu çocuğunu yurt dışında okutma peşinde. Bu beni çocuğumla ya da çevremdeki insanlarla ilgili olarak ilgilendirebilir, ama beni şahsen hiç ilgilendirmiyor. Çünkü bir aydan fazla tahammülüm olmuyor ülkemin dışında olmaya. Sonuçta, yabancı bir adamım. Başka bir ülkede yaşamaya kalkarsam, hemen İstanbul’daki gibi bir çevrem olmayabilir.
ÜLKE İNSANINI ÖZLÜYORUM
Vitrin: Yani yurdum insanını özlüyorum diyorsun?
Okan Bayülgen: Başka bir ülkede sabahtan akşama kadar hiç tanımadığım insanlarla muhattap olmak zorunda kalacağım. Bu oturduğum sokağın bakkalından, taksi şoförüne gittiğim restoranlardaki garsonlara kadar hiç tanımadığım kişiler olacak. Yurt dışına çıktığım anda hissettiğim en önemli insani özellik geri zekalılık! Kendi ülkemin adamlarını özlüyorum; sabahtan akşama kadar konuşmak ve görüşmek için. Meşhur Amerikan deyimi “political correctly” olmayan karşısındaki insandan korkmayan, hatta biraz fazla bıçkın ve laubali ama bunun yanında çok arkadaş canlısı ve meraklı… Bazen çok çıkarcı ama bir yandan da çok verici olan insanlarımızı özlüyorum. Ben şimdi bu bar, restoran, kabare işine girince bunu daha çok anladım. Şu anda biz Berlin’de bir mekandayız ve burada bizi fazla sallamayan küçük Japon, Çinli garson kızlar falan var. Bunlar kapıdan giren her müşteriyi sınıflandırmadan, ön yargı hissetmeden ama toplumsal kurallar içinde davranmaya mecbur ederler. Servis yapar, sonra da umursamazlar. Çünkü işlerini yapıyorlardır. Halbuki benim ülkemde kapıdan içeri giren her müşteri bir bela, bir karizmadır. Kimse menü kullanmaz, herkes müthiş bir misafirperverlik ve saygı bekler. Artık bir mekancı olarak da söyleyebilirim ki, kapıdan içeri giren herkesin birer bela, karizma olarak algılandığı ülkemi özlüyorum.
Vitrin: Bu kadar belalı tiplerin nesi özlenir?
Okan Bayülgen: Çünkü o hayat bana daha güzel geliyor. Saygı görmek ya da çalışanlara tahakküm etmek için değil, iletişim kurmak için. Ben şu anda ülkemiz dışında yaşanan otomatik robotik hayatı sevmiyorum. Hatta bunun maalesef teknolojik araçlarla ülkeme de geldiğini düşünüyorum. Yani fazlaca yapay zeka kullanan insanlar birer yapay zekaya dönüşüyorlar. Yapay zeka bilim ya da matematik açısından değil ama insan açısından tamamıyla bir geri zekalılıktır! Arabada gideceğin yeri yazana kadar uğraşırsın, sonra bir hata olunca “seni anlamıyorum” der. Küfretsen de tepkisi olmaz. Halbuki bizler onla dövüşmeyi ve karşılıklı küfürleşmeyi yeğleriz. İnsanlık böyle bir şeyi gerektiriyor. Bu eski kafalılık olarak değerlendirilmesin. Aslında her yerde insani ilişkiyi arıyorum diye değerlendirilirse daha hoşuma gider.
Vitrin: İnsani ilişki deyince… Sen seyircisini ilk “fırçalayan” televizyoncusun. Nereden aklına geldi ve gelebilecek tepkilerden çekinmedin mi?
Okan Bayülgen: Hayır! Benim yaradılışım böyleydi. Ben hep nefretten doğan aşka inandığım için ve bütün arkadaşlıklarım da böyle başladığı için… Çünkü çocuk yaşlardan itibaren Galatasaray Lisesi’nde okumanın şımarıklığı, enteresan bir şeyler yapıyor sandığım için, hissettiğim şımarıklık… Tanıştığım herkesle bir hava atmanın, sinir olmanın, kavga etmenin ardından doğan aşklar. Kadınlarla da böyleydi, erkeklerle de. Sonra az evvel bahsettiğim gibi hiç “political correctly” olmayan insanların bulunduğu sokaklarda, mahallelerde yaşıyoruz. Yani mahallemizde kolsuz bir adamın adı “kolsuz”, koca kafalı adamın adı “koca kafa”, topal adamın adı “topal”, köre de “kör” deriz.
GÖTE GÖT DENİR YANİ
Vitrin: Yani bizde amiyane tabirle göte göt denir diyorsun 🙂
Okan Bayülgen: Hakikatten bizde göte göt denir. Bu kadar direkt! Bundan alınmayan, aradaki bütün yapaylıkları yok etmiş ve ”Gel yapay davranışları bırakıp gerçekten konuşalım ve paylaşalım, birbirimize içten yaklaşalım” diyen bir halkımız var. E, birisi televizyona çıkıp göte göt deyince niye sorun olsun ki? Tabii ki olmaz. Bu bizim aynı bankadaki‚ “Çok harcıyorsun artık sana para vermeyeceğim” diyen abla, “Çok fazla şeker yiyorsun sana satmayacağım” diyen bakkal, “Niye taksi tutuyorsun ki şu mesafeyi yürüsene, zaten çok kilolusun” diyen taksi şoförü gibi bir dünyada yaşıyoruz. Niye birisi televizyona çıkıp benzeri bir şey yapsa bu halk için problem olsun ki, bu ancak Amerika ya da Avrupa’da problem olabilir. Ama bizim ne zaman ki bu “siyaseten doğrucu” tavırlarla beynimizi yıkamaya başladılar, o zaman biz her küfürleşmede, ya da her anlaşmazlıkta polis çağırmaya kalkan, birbirini mahkemeye veren tiplere dönüştük.
Vitrin: Ünlüler arasında da yaygın mahkemeye vermeler…
Okan Bayülgen: Yani düşünsene, televizyonda şöyle bir şey izliyorum; birbirlerine çok ağır hakaretler eden iki cadaloz meşhur kadın var diyelim. Bunu magazin programları başladığından beri görüyoruz, birbirlerine sürekli hakaret ediyorlar. Sürekli birbirlerini fahişelikle suçluyorlar ve birbirlerinin analarına babalarına küfür ediyorlar. Bir yandan da birbirlerini mahkemeye veriyorlar sürekli ve uzaklaştırma cezası koydurmaya çalışıyorlar. Şimdi bütün bunların olmaması sizin başta iki cadaloz gibi dövüşmemenizle mümkün. Sonra kimin haklı olduğu belli olmayacak, çünkü birbirlerini yüzlerce kere mahkemeye vermişler. İşte bu bir yandan bizim memleketli, bir yandan da Amerikalı gibi davranma salaklığıdır. Anlatabiliyor muyum?
ŞAKA ŞAKADAN KORKAN İNSANLARA KARŞI YAPILIR
Vitrin: O halde seyirci fırçalamak masum mu kalıyor bu durumda?
Okan Bayülgen: Ben televizyonda insanlara hiçbir zaman gerçekten duyarlı oldukları konuda fırça çekmedim. Bir, umutlarıyla ya da yaşam nedenleriyle ilgili hiç dalga geçmedim. İkincisi etnik köken ya da tuttukları takım için bile birşey söylemedim. Siyasi olarak onlara umut veren insanlarla ilgili şaka yapmadım. Bir de tabi ki bizim ülkemizde mühim bir hassasiyet konusu olan din ve askerlikle ilgili şaka yapmadım.
Vitrin: Kısıtlayıcı bir durum değil mi bu?
Okan Bayülgen: Aslında bu beni ve herkesi müthiş derecede kısıtlıyor. Avrupa’da üzerinde en çok fıkra anlatılan insanlar din adamları ve askerlerdir, ardından da siyasetçiler gelir. Amerika’da da keza öyledir. Ülkemize dönersek, mizah ve eleştiriyi yaratmak o kadar zor ki! Mizahın malzemesi olabilecek her mevki yasaklı. Dolayısıyla mizahı sokaktan çıkarmak zorundasın ve sokakta da bulduğun sadece kendin ve sana benzeyen insanlar. Bu sefer başlıyorsun çok ağır bir şekilde kendinle ve çevrendeki insanlarla dalga geçmeye. Dünyada kendisine karşı bu kadar acımasızca davranan başka bir toplum yoktur. Çünkü mizah malzemesi yok. Bugün sahneye çıkan en iyisinden, en kötüsüne kadar bütün Stand Up’çılara bak sadece kendilerini ve ailelerini anlatıyorlar. Ya da memleket insanı hakkında genellemelerde bulunuyorlar.
Vitrin: Mizahın gerçek hedefi güçlü ve hakim kesimler mi olmalıdır yani?
Okan Bayülgen: Televizyon komedisinin gerçek hedefi yöneticilerdir. Toplumda etkinlik yaratan ve insanları üzen, baskı kuran kurumlar ya da insanlarla ilgili şaka yapılır. Mizahın gerçek hedefi odur. Yoksa sokaktaki zavallı bir adamla ya da bir garsonla, ailenle ilgili şaka yapmışsın bu kimi ilgilendirir, ne lüzum vardır? Gerçekten şaka, şakadan korkan insanlara karşı yapılır! Gerçek şaka odur zaten, biz de onu yaparız! Gıdıklanmayan bir adamı gıdıklamaya çalışmak ne büyük salaklıktır! Ama bu bahsettiğim hakim çevreler hemen ve fena gıdıklanabilirler, hatta çok gıdıklanınca sana bir tane çakabilirler! Seni işinden gücünden, hayatından da edebilirler. Gerçek mizahçı cesareti, bu tip insanları ve kurumları gıdıklamaktır.
TV PARASI İYİ PARA
Vitrin: Televizyonsuz hayat daha mı güzeldi?
Okan Bayülgen: Televizyonsuz bir hayat çok daha güzeldi zaten. Bundan 10 sene öncesinden beri söylemeye başladığım gibi televizyon bütün dünyada radyodan daha hızlı çökecek. Çökecek dediğim, binası çökecek. Çünkü insanların kullanım alışkanlığı tamamen değişti. Toplu taşımada Netflix’in dizilerini izleme alışkanlığı bizim ülkemizde dünyada birinci sırada. Şimdi bu tek bir şeyi ifade ediyor; ülkemiz insanının Netflix manyağı olduğunu değil, ulaşımın fena olduğunu gösteriyor. Yani bir adam 2,5 saat bir otobüste durursa, dizi de seyreder başka şeyler de. Bu yüksek oranı Netflix değil, İstanbul Belediyesi dikkate almalı.
Vitrin: Televizyona dönmek ister misin?
Okan Bayülgen: Televizyona belki haftanın 5-6 günü için dönmeyebilirim ama 1-2 program için dönebilirim, çünkü televizyonun parası iyi bir para. Hala iyi. Halbuki ben hızla o televizyon parasının yok olmasını ve dijital üreticilerin, online yayıncılığın hızla yükselmesini istiyorum. Bu daha az para ama daha demokratik bir hayat.
KIZIM BANA ÇOK BENZİYOR
Vitrin: Nasıl bir babasın?
Okan Bayülgen: Artık 8,5 sene oldu ve babalık ne değiştirdiyse, ben oyum. Bu kadar zaman geçmişken artık pek birşey hatırlamıyorum. Bu soru çocuk 3 aylıkken sorulduğunda “salaklaştım” gibi bir cevap veriyordum. Birkaç yıl sonra sorulduğunda “ay çok güzel ama ne hissettiğimi tam tanımlayamıyorum” diyordum. Ama şimdi bazen o uyurken, ben de yanında ona sokularak uyumaya çalışırken, “en büyük aşk” diyorum. Belki ilerisi için büyük bir umut, çünkü bir arkadaşım olacak ve ara sıra ona şaka yollu “hadi len oradan, seni ben yaptım” diyebileceğim. Yani bugün de diyorum zaten, o da bana: “Evet ama annem de yaptı” diyor. Ama ben bunu üsteleyip “hadi len oradan en çok ben yaptım” diyorum.
Vitrin: Babaya benziyor mu?
Okan Bayülgen: En çok, “ben yaptım” dememin nedeni, zaten en çok bana benzemesi. Hem kişiliği hem de yüzü benziyor. Ama tabii ki benim daha güzelim. Resimle ve fotoğrafla ilgilenişi, konuşma şekli ve bazı huyları bana çok benziyor. Benden tamamen farklı bir insan olacak tabii ki. Kişiliğine saygı duyuyorum ama ukalalık için bile olsa “seni ben yaptım” diyebilmek çok hoşuma gidiyor.
Mükemmel olmuş, keyifle okudum. Okan Bey’i televizyonda da görmek isterim. Gerçek eğlendiriyor bizleri, farklı bir kafa yapısı var; diğerlerinde olmayan. Zaten pek program da yok doğru düzgün.
Çok güzel olmuş,keyifle okudum Arzu’cum.Sevgiler:)
televizyon gibi kotu bir sistemin içinde bilgi kültür sanat vb. şeylerin yanında hayatı sunan güzel adamdı keşke tv yada tv dışında ulaşabilir olsa
Ekranlara dönmelisiniz, öyle iyi geliyorsunuz ki bizlere
TV de değil, internet üzerinden yayın yapacak bir program yapmalı bence. Mesela bodrum da ki mekandan olabilir.
Tv’ye döneceğin günü sabırsızlıkla bekliyoruz. Harikuladesin.
Okan Bayülgen Türkiye’ye çok fazla gelen aşırı entellektüel bir insan. Boşu boşuna hakkı yendi ve anında günah keçisine dönüştü. Ülkemizdeki sanatçılara o kadar kötü davranıyoruz ki artık çoğunluğun adına ben utanıyorum, maalesef herşeye karar verende bu çoğunluk. Ülkemiz önde gelen bir kanıttır ki bilinçsiz bir toplumda demokrasi çok tehlikelidir. Gelecek ne politikacıların, ne askerlerin, ne din adamlarının, ne elit kesimindir, gelecek sanatçılarındır. Belki de bizi kullanmak istemeyen ve insanlığın iyiliği için debelenen yegane kişiler onlardır.
Okan Bayülgen’in dediklerini ve yaptıklarını değerlendirirken bu yüzden sanatçı kimliğini unutmamamız gerekiyor. İnsanlarda yaratmış olduğu öfkeyse, insanların zamanlarını boşa harcamış olduğu gerçeğini ortaya çıkaracak bir düşünceyi dile getirmesinden kaynaklanır. Doğadaki hayvanlarla paylaştığımız korkuya verilen iç güdüsel tepkimenin sonucu olarak ülkemizde yaşayan insanlar buna öfke ve saldırganlıkla yaklaştılar. Okan Bayülgen’in varlığını, kimliklerine ve hayatlarına, tıkılmış oldukları küçük kutularda kabul ettikleri yalanlarına bir tehdit olarak algıladılar.
Yoksa evinde televizyon bile bulundurmayan bunun yerine kitap okumayı tercih eden birinin o ‘nalet diziyi’ izlemesini zaten bekleyemezdik. Pornografik bir yapıyla seyirciyi aksiyonla, kanla, şiddetle ve bizi diğer ırklara üstün kılan şanlı tarihimiz yalanıyla, üstün kollektif benliğimizi sıvazlamasıyla televizyonun başına bağlayıp reytingleri kapan ve insana hiçbie şekilde edebi bir değer katmayan bu dizinin makyajına, efektlerine, kadrosuna harcanan bütçenin ülkemizde hangi sorunları çözebileceğine uyanabilirdiniz. Özrü bile kabul etmeyen ve ortada bir hata yokken bile bunun telafi edilmesine bile ılımlı yaklaşmayan kendine sanatçı diyen bu şarlatanlar, kızı olan bir babayı yayına başlamasına günler kala işsiz bıraktılar. Binlerce insansa bu anlayışsız, kompleksli, kendini çok ciddiye alan ve içten içe bu kadar basit rahatsız olabildikleri için yaptıkları işe aslında güven duymayan bu insanların davranışının arkasında durdu, günahı hepinizin boynuna. Zaten cezasını çekiyorsunuz ama onun bile farkında değilsinizdir.
Hayat olmadığı sürece sessiz, renksiz, karanlık ve boş olacak bu evrenin içinde meydana gelen hayatı renklerle, notalarla, şakalarla, doğaya karşı yapılan yanlışları sorgulamakla ve kattıkları anlamlarla hayatı kutlamaya ve bizi de bu kutlamaya davet eden yüce insanlardır onlar. Savaşlar, farklılıklar, kıskançlık, alınganlık, bitmeyen bir yarış bizi bölerken; sanat, barış, benzerlikler, müzik ve edebiyat bizi birleştirir. Sanatçının toplumdaki yeri anlamsızca tapılan politikacılardan bu yüzden fazladır. Çevrelerindeki yanlışların düzelmesi için farkındalığı yaratma gücüne sahiptirler, eğer ortada bir yanlış varsa bunun göze çarpmaması ve değişmemesi kaçınılmazdır. İnsanlığın ulaşması gereken farkındalık düzeyini sanatçı belirler, bu sıradaysa sanat kendiliğinden ortaya çıkar (fotoğraf, mizah, resim, tiyatro, sinema, kitap vs.) çünkü bu onların doğasında vardır.
Münir Özkul, Levent Kırca, Tarık Akan, Aydın Boysan gibi bu doğaya ait olan insanlarımız, sanatçı gibi sanatçılar aramızdan teker teker ayrılırken onların yerini alacak olan yeni nesil sanatçıların takındığı kimliklerini ve sanatçı özelliklerini görmek beni derinden üzüyor. Türkiye’nin bu kadar kısa bir zamanda bu kadar değişmesiyse insanı korkutuyor. Ülkemizde sanatçıya verilen değerin azalması ve sanatçı kalitemizin düşmesinin nedeni de budur belki. Ama Türkiye’de kuralları, normları ve alışılagelmişi yıkabilecek olan Okan gibi cesur insanlar var olduğu sürece bir umut her zaman olacaktır.